TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
ODA BAŞKANI İSMET CENGİZ TARAFINDAN 21. OLAĞAN GENEL KURULDA YAPILAN AÇILIŞ KONUŞMASI

Sayın Başkan TMMOB‘nin değerli temsilcisi, sayın misafirler, genel kurulumuzun değerli delegeleri. JMO‘nun 21 olağan genel kuruluna hoş geldiniz.Hepinizi 20 genel kurulda yetki alan oda yönetim kurulu ve şahsım adına saygıyla sevgiyle ve dostlukla selamlıyorum. Her şeyden önce Jeoloji Mühendisleri Odasının kuruluşu olan 1974 den bu tarafa kurucu heyet başkanı sevgili Selçuk BAYRAKTAR ağabeyimizden başlayarak, ilk başkanımız olan Süleyman TÜRKÜNAL‘dan günümüze kadar odamızın bugünlerine gelmesinde işlerinden eşlerinden çocuklarından zaman ayırarak Jeoloji Mühendisleri Odasının ilkelerini gelenekselleştiren ve bizlere bayrağı devreden tüm meslektaşlarımı saygıyla anmak istiyorum. Aramızdan ebediyete ayrılanlarının anısı önünde ise saygıyla eğiliyorum. Bu bağlamda 34 yıllık tarihimizde oda çalışmalarında bir ömür tüketen bu uğurda yaşamlarını veren aramızdan ebediyete ayrılan meslektaşlarımızda saygıyla anıyorum. Rahatsızlığı nedeniyle aramızda bulunamayan sevgili Selçuk bayraktar ağabeyimizde acil şifalar diliyorum ve en kısa sürede aramızda görmeyi temenni ediyorum

Bunun yanında odamızın 21. çalışma dönemini birlikte kucakladığımız, kurul komisyonlar işyeri temsilcilikleri şube yönetim kurulları ile örgütümüzün yükünü omuzlayan oda çalışanlarımıza oda yönetim kurulu ve şahsım adına şükranlarımı sunuyorum. Sizler emekten halktan yana ülke ve toplum çıkarları doğrultusunda 2 yıldır bir duruş eylediniz..sizlerle birlikte odamızın onurlu ve dik yürüyüşünde yan yana omuz omuza durmaktan bir kez daha mutlu olduğumu belirtmek istiyorum... Ellerinize sağlık yüreklerinize beyinlerinize sağlık diyorum.

Değerli arkadaşlar,

Değerli arkadaşlar insanlığın yok edilmeye çalışıldığı bir dönemde dünyaya ülkeye mesleğimize ilişkin bazı görüşlerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Şimdiden sabrınız için teşekkür ediyorum. Genel kurulumuz ülkemizde ve dünyada küresel kapitalizmin insanlığa ve doğaya karşı en vahşi uygulamalarının gerçekleştiği bir dönemde toplanıyor. Mavi Gezegenimizin geleceği, insanın ve doğanın hiçe sayıldığı her şeyin alınıp satılan bir eşyaya dönüştürüldüğü, kaynakların bir avuç varsıla aktarıldığı bir süreçtir bu. Küresel kapitalizm ve emperyalizm kimi ülkelerde Savaşlar ve işgallerle kimi yerlerde de yasal düzenlemelerle Demokrasi ve Özgürlüğün yerleştirilmesi adına doğal kaynakları talan etmekte, aynı ülkelerde dinsel fanatizm ve ırkçılık temelinde iç savaşları körükleyerek o ülkeleri bölüp parçalayıp yönetmektedir. bugün gelinen noktada bu politikanın sonucu, balkanlardan Afrika‘ya Orta Doğudan Güney Amerika‘ya kadar geniş bir coğrafyada demokrasi ve özgürleştirme operasyonu adı altında yüzbinlerce insan savaşlarda yok olmuş bir o kadarı da açlığa yoksulluğa göçlere ve soykırımlara uğramıştır. Başını ABD İngiltere İsrail ve AB nin çektiği çektiği bu empreyalist blok yaşananları tüm dünyaya demokrasi ve özgürlük adı altında "yeni dünya düzeni"nin gerekleri olarak sunuyorlar.

Evet değerli arkadaşlar dünya böylesine sancılı bir dönemden geçiyor. Bir zulum çağı yaşıyoruz. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü gelişmesi üretime yansıdı. Dünyada hiç bu kadar zenginlik olmadı. Dünya nüfusunun en zengin %20si dünya gelirinin %85 ne sahip. Geride kalan %80 de gelirlerin %15 ile yetinmek zorunda kalıyor. 7 milyonluk İsviçre‘nin yıllık geliri yarım milyar insanın yaşadığı Afrika‘nın yıllık gelirine eşit.. UNICEF‘in raporuna göre, dünyada her gün 30 bin çocuk ölüyor. 1 milyar insanın açlık çekmekte, 2 milyar insan ise yetersiz besleniyor. Dünya nüfusunun yüzde 24‘ü günde 1 dolarla yaşamını sürdürüyor. Her yıl 20 milyon insan açlıktan ölmektedir. Dünyanın en zengin 84 kişinin serveti 1.2 milyar kişinin yıllık gelirinden fazla.. İşte bu rakamsal sonuçlarla vermeye çalıştığım sisteme küreselleşme diyorlar ve yaşanan vahşeti estetize ederek, aklımız uykuya yatırıyorlar. Örneğin işgal yerine "Özgürleştirme" ekonomik bağımlılığık yerine, "Kalkındırma"," savaşlarda önce kıyım yapıp sonra yoksullaştırdıkları halklara yapılanları insani yardım," işgal güçleri yerine " barış gücü" ,sömürü yerine "uygarlaştırma" "kavramlarını kullanıyorlar. Sömürünün zulmün neresi uygarlık oluyor. Her şeyin metalaşması alınır satılır hale getirilmesi, soysuzlaşması, anlamsızlaşması, açlık işsizlik, sefalet, ahlaki aşağılanma,ve çürüme, çevre kirlenmesi ve tahribatı ekolojik dengenin aşınması gezegenimizn ekolojik felakete sürüklenmesinin neresi yeni dünya düzeni oluyor....

Değerli arkadaşlar,

Yeni dünya düzeni denilen Küresel kapitalizm geri kalmış ülkelerde yaşanan vahşeti gizlemekte başka argümanlarda kullanıyor..bunların 2 tanesi toplumsal yaşmada ciddi olarak yol alıyor. Yani dinsel fanatizm ve ırkçılıktan bahsediyorum...egemenler O kadar ileri gidebiliyorlar ki bir dinsel fanatizm sapkını olan BUSH kendini Evangelist olarak niteliyor ve tanrı tarafından görevlendirilmiş Mesih ilan ederek ve Siyonist İsrail‘le birlikte Armegeddon ve vaat edilmiş topraklar uğruna tüm Ortadoğuyu kan gölüne çevirmekte beis görmüyor.. Bu politikaları uygulamak ülkemize bu kanlı oyunda yer vermek isteyen bizi savaşın bir aktörü yapmaya çalışan ABD daha 3 gün önce başkan yardımcısı Dick Chaney‘i ülkemize Ankara‘ya gönderebiliyor. Ben şahsen içime sindiremiyorum emperyalizme karşı bağımsızlık kurtuluş savaşı vermiş olan bir ülkenin yurttaştı olarak, ülkemizin başkentinde bu caninin Ankara sokaklarında, yada o güzelim barış ve kardeşliğin simgesi İstanbul‘umuzda gezmesini içime sindiremiyorum ve ABD Empreyalizmini lanetliyorum.

Değerli meslektaşlar, Biliyoruz ki, Irkçılık ve dinsel fanatizmden tüm dünya halkları çekmiştir. yakın tarihimiz bu acılarla doludur. Avrupa‘nın göbeğinde yaşanan Bosna hersek , Ortadoğuda Filistin ırakta yaşanan halepçe katliamları hafızlardan silinmemiştir. 1980 lerde aynı acılara ülkemiz insanıda yakından tanıklık etmiş, Çorum Kahramanmaraş Sivas katliamları ve geçtiğimiz aylarda farklı din ve etnisiteden insanlara Malatyada yapılan insanlık dışı katliamlar, vicdanlarımızı yaralamış bizleri derinden sarsmıştır.

Irkçı yaklaşımlar ise en az dinsel fanatizm kadar toplumsal dokumuzu bozmaktadır.özellikle toplumsal barışı tehdit eder hale gelen linç kültürü yaygınlaşmakta ve insanlarımız tedirgin edilmektedir. Hatırlanacaktır geçmişte Almanya‘da solingen faciası olarak hafızalarımıza kayıtlanan ve son dönemlerde aynı ülkede yeniden hortlayan ve Türklere karşı yapılan yakılarak yok etmelerle, ülkemizde Ermeni olduğu için katledilen Hrant DİNK‘e karşı yapılanlar arasında bir fark yoktur. Şimdi ırkçılığa karşı yan yana durma zamanıdır. Şimdi Almanya‘da Mehmet, Türkiye‘de Hrant Dink, Filistin‘de Muhammet Jamal olma zamanıdır. Şimdi barışı kardeşliği tesis etme zamanıdır. Şimdi dinsel fanatizme ırkçılığa karşı çıkma zamanıdır.

Değerli meslektaşlar,

Ülkemizde son dönemlerde özgürlük adına toplumsal yaşamı dinsel kurlarla göre düzenlemenin alt yapısı oluşturulmaktadır. Geçtiğimiz aylarda bildiğiniz üzere AKP ve MHP tarafından hazırlanan, üniversitelerde türbanı serbest bırakan Anayasa değişikliği TBMM den geçti. Ülkemizi bir karanlığa götürecek toplumda çatışmaya neden olabilecek bu düzenleme ile siyasi iktidar, toplumu kamplara bölmekte ve bir çatışma ve gerilim ortamına doğru sürüklemektedir.

Bugün yaşananlar 1950‘li yılardan başlayan ve 12 eylül 1980 darbe ortamının yarattığı sürecin bir parçasıdır. 12 Eylül darbesi ile ülkemizde demokratikleşmenin önüne set çekilirken, imam hatipler çoğaltılmış, kuran kursları her mahalleye yayılmış, ilk öğretim okullarında din dersleri zorunlu hale getirilmiş, diyanet işleri başkanlığının bütçesi başbakanlığın bütçesinden fazlayken, sağlık ve eğitim hakkımız bazı "mutlu" kesimlerin rant alanı haline getirilmiş ve toplum bu anlayışla afyonlanarak uyuşturulmuştur. Türbana karşı çıkarken mevcut sistemi de sorgulamamız gerektiğini unutmamamız gerek. Bugün laik hiçbir ülkede din dersleri zorunlu olamaz, laik bir ülke mezhep tercihi yapamaz, en önemlisi laik ülkelerde diyanet işleri gibi bir kurum yoktur. Ve hiç bir laik ülkede din bu kadar siyasallaşamaz.

Ancak bütün bunlardan daha önemlisi siyasi iktidarın bu konuyu gündemde tutmasının nedeni, asla özgürlükler sorunu olamaz. Bunun temel nedeni başta üniversiteler olmak üzere ülkemizde yaşanan sorunların üstünü örtmek ve yıllar boyunca bu sorunları çözmek doğrultusunda hiçbir adım atmadığı gerçeğini gizlemek içindir. Üniversitenin sorunu türban değildir. Sorun Üniversiteye giriş sistemi, sistemdeki adaletsizlik nedeniyle mağdur olan milyonlarca gencimizin yaşadığı umutsuzluk ve çaresizliktir. sorun istihdamla ilişkilendirilmeyen bir eğitim sistemidir. Sorun temel hak ve özgürlüklerin anayasa ile güvence altına alınmamasıdır. Sorun kamu çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli hakların verilmemesidir..sorun düşünceye hala yasak koymaktır.

Değerli meslektaşlar, Emperyalizmin yeşil kuşak projesi ile başlattığı kuşatma bugün ılımlı İslam projesi ile devam etmektedir. Hiçbir zaman demokrasi, özgürlük ve eşitlik savunucusu olmayan AKP ve MHP‘nin "özgürlük" ve "eğitim hakkı" söylemleriyle türbanı serbest bırakma niyeti inandırıcı olamaz. Bugün gelinen noktada, laikliğin hangi biçim ve esneklikleri içermesi gerektiği tartışmaları ve "türban" sorunu üzerinden, modernleşen Türkiye‘nin 84 yılının toplumsal kazanımları bir kez daha geriye götürülmek istenmektedir. Türban, kadınları kapatmanın yanı sıra ülkemizin geleceğini karartmanın, toplumu kutuplaştırmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır. Özgür ve bağımsız geleceğimizin üstüne örtülen bu karanlık örtüyü yırtıp atmak önümüzde duran en önemli temel görevdir.

Değerli Meslektaşlar, Dünya ölçeğinde uygulanan küresel politikalardan ülkemizde nasibini alıyor ve dünyada yaşanan vahşet,süreci, ülkemizde küresel kapitalizme uyum, emekçilerin toplumsal ve ekonomik kazanımlarının yok edilmesi, dayanılmaz bir yoksullaşmayla birlikte gerçekleştiriliyor. AB ile bütünleşme hedefiyle Kopenhag ölçütleri doğrultusunda gerçekleştirilen Anayasa değişikliklerine rağmen, hak ihlalleriyle var olan sistem devam ettirilmeye çalışılıyor. Takıyye anlayışıyla yapılan hukuksal düzenlemelerle toplumsal sisteme yönelik her türlü eleştirinin şiddetle cezalandırılması amaçlanıyor. 12 eylül hukuku demokratikleşmenin önündeki önemli setlerden biridir. demokratikleşme önündeki bir başka sorunumuz ise Kürt sorunu, olup demokrasi kültürümüzün kurumsallaşması noktasında bir eşik olma özelliğini devam ettirmekte , ve uygulanan imha ve inkar politikaları ile tam çıkmaza süreklenmektedir. Kaybedenin daima Türkiye‘de yüzyıllardır yan yana yaşayan halklar olduğu bu kanlı senaryo, bugünümüzü ve geleceğimizi karartmaktadır. Türkiye sorunlarını şiddetten arındırılmış, barışçıl zeminlerde çözümlemelidir. Silahların konuştuğu bir coğrafyada barış umudunun yeşerme şansı yoktur

Değerli meslektaşlar, Ekonomi politikalarını küreselleşme doğrultusunda belirleyen Türkiye, kapitalizminin kurumları olan IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütünün tercih ve direktiflerine göre kararlar almaya devam ediyor. Milyonlarca insan eğitim, sağlık, barınma ve beslenme, eğitim gibi temel haklarından yoksun bırakılırken, cumhuriyetin kazanımları kamu varlıklarımız özelleştirmelerle yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilerek çalışanlar işten atılmakta, temel kamu hizmetleri ticarileştirilmekte, doğal ve toplumsal kaynaklarımız bir avuç azınlığa aktarılmaktadır.

Tuzla tersanelerinde cinayete varan iş kazaları, yada İstanbul‘un göbeğindeki kaçak imalathanede yaşanan ve onlarca insanımızın hayatına mal olan yada maden ocaklarındaki ölümlü kazalar, yada mesleğimizle ilintili sektörlerde yaşanan doğal afetlerden tutunda su problemine kadar yaşanan sorunlar özelleştirme ve kamusal denetimi bitirmenin çarpıcı sonuçlarıdır. Örneğin en son Edirne‘de yaşanan temel insan hakkı olan suyun özelleştirmesinde yükselen pis kokular, yada geçtiğimiz yaz İstanbul‘da Ankara‘da yaşanan su sorunları hep bu kapsamda değerlendirilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken sorunlardır.

Bunun yanında ,Örneğin AKP hükümeti tarafından hazırlanan ve mecliste yasalaşması an meselesi olan ve yurttaşı müşteri durumuna , emekliliği neredeyse imkansız hale getiren halihazırda açlık sınırının bile altında olan emekli maaşlarını daha da düşürecek bir düzenleme olan , yoksulların sağlık hizmetlerinden yararlanmasını ortadan kaldıran ,sosyal sigortalar ve genel sağlık sigortası da özelleştirmelerin artık hangi boyutta olduğunu sergilemesi açısından çarpıcıdır. Yani sermaye bize diyorlar ki parası olan eğitim hakkını parası olan yaşam hakkını alır diyorlar...paranız yoksa ölün diyorlar...bunu yapanlar, aynı yasanın içerisine "kıyak maaş zammı"nı da sokuşturarak toplumla dalga geçiyorlar. Bu durum kabul edilemez..akıl ve vicdanla bağdaşamaz....

Değerli arkadaşlar, İşçilerin, emekçilerin ve ezilenlerin ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamdan tümüyle dışlandığı yıkıcı bir ortamda yoksulluk, işsizlik ve açlık derinleşerek sürmektedir. Sermayenin soygun, vurgun ve yağmasının mekanı haline getirilen Türkiye, küresel kapitalizm tarafından tam sömürgeleşme sürecine sokulmuştur. Bütçesinin çok büyük bölümü iç ve dış borç faizlerinin ipoteği altında olan Türkiye‘de; toplumsal yaşamı düzenleme ve kamu kaynaklarını etkin kullanma olanağı ortadan kaldırılmıştır. Bütçedeki faiz ödemeleri sermayenin en önemli kar alanı haline gelmiştir.Toplumun büyük çoğunluğunun eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetlerinden yararlanması mümkün değildir. Bütçe, artık kamu bütçesi olmaktan çıkmıştır. Kamu hizmetlerinin nitel ve nicelik olarak dibe vurduğu bir dönem yaşanmaktadır. Faiz yükü altında ezilen bu bütçelerle değil yatırım yapmak, yatırımı düşünmek bile söz konusu değildir. Bugün kamu yatırımlarına ayrılan bütçe payı son 20 yılda %75 azalmıştır. İç borçlar son 10yılda%470 dış borçlar %80 artmıştır. Bütçede eğitime ayrılan pay son 15 yılda 543 sağlıkta &26 azalmış..Bütçeden faize ayrılan pay son 13 yılda %23 den 43 çıkmış..ve 20 milyon insanımız yoksulluk sınırı altında yaşıyor...emeği ile geçinenler için yaşam bir cehenneme çevrilmiş durumda...bu durum son günlerde beklenen dünya ekonomik kriziyle 40 milyar dolar cari açığı olan ülkemizde emekçiler için daha da yakıcı bir dönemi işaret etmektedir.

Değerli arkadaşlar, Üretimden, tarımından, kendi birikim ve potansiyellerinden koparılan Türkiye‘de; bu koşullarda , jeolojik hizmet üreten uygulayıcı kuruluşlarımızda büyük bir erozyon yaşanmasına neden olmuştur. Cumhuriyetin önemli kazanımları olan Seydişehir Aleminyum ÇİNKUR, ETİBANK DİVHAN TDCİ MTA TTK TKİ DSİ TCK İLLER bankası EİE gibi kamu kurumlarımız ya kapatılmış, ya küçültülmüş yada içleri boşaltılarak bitirilmiştir. Bir çok kamu kuruluşumuz teknik eleman istihdamı ve proje üretme kapasitesi açısından giderek hızlanan biçimde küçültülmüştür. Bu süreçte yönetici kademelerine yapılan atamalarda; bilgi, beceri ve liyakat aranmasından vazgeçilmiştir. Bu şekilde, yetersiz kişilerin uzmanlık gerektiren makamlara getirilmesinin önü açılmış, kurumlardaki yozlaşmalar hızlandırılmıştır. Özellikle son dönemde liyakat yerine tarikat ve cematttan olma özellikleri yönetici olma krtieri olarak kullanılmaktadır. Her dönemde belirli ölçülerde yaşanan kadrolaşma, son dönemde "kuşatma" şekline dönüşmüş ve tüm işyerlerinde iş barışını tehdit eder hale gelmiştir. Pek çok kurumda kirlilik, yozlaşma ve yolsuzluk had safhaya ulaşmıştır. Ülkemize kazandırdıkları katma değerlerle anılan örneğin Atatürk‘ün emri ile kurulan ve ülkemize mesut sürprizler kazandırmasını temenni ettiği güzide kuruluşlarımızın adları maalesef son dönemlerde, rüşvet, yolsuzluk ve operasyon kelimeleri ile birlikte anılmaya başlamıştır. Yaşanalar kamu vicdanını yaralamakta, ve iş barışını bozmaktadır. Yıllarını kuruma veren dürüst ve çalışkan insanlar kadrolaşma uğruna görevlerinden alınmışlar, küstürülmüşler yada koğuşturmalara uğramışlardır. Bu durum hala onurlarıyla görev yapan, üreten ve ürettiklerini hiçbir kişisel çıkar gözetmeden ülke ve toplum hizmetine sunan yurtsever kamu çalışanlarını hak etmedikleri şekilde töhmet altında bırakmaktadır. Oysa onurlarıyla çalışan bu meslektaşlarımız yoksulluk sınırı altındaki ücretlere mahkum edilmiş ve kurumlarında dışlansalar da pasifize edilseler de mesleklerini bu ülkenin ve bu ülke insanının hizmetine sunmakta beis görmemiş ve görevlerine şevkle devam etmişlerdir.

Değerli meslektaşlar, Son yıllarda uygulanan ekonomi politikalar nedeniyle, mesleğimizle ilintili bir çok sektörde ülkemiz ve toplumumuz aleyhine önemli yapısal dönüşümler gerçekleşti. Bu anlayışlar nedeniyle deprem, heyelan su baskınları, kaya düşmesi vb . doğa olayları afete dönüşmekte binlerce insanımızın canına ve mal kayıplarına neden olmaktadır. Bu anlayışlar küresel iklim değişikliklerini tetiklemekte insan yaşamı için temel gereksinim olan su kaynaklarımızı, denizlerimizi akarsularımızı meralarımızı sulak alanlarımızı ovalarımızı yok olmaktadır. Bu anlayışlar ülkemizde, madenlerimize, petrolümüze tüm yer altı kaynaklarımıza yönelik olarak ulusal politikalarımızı belirlememizin önüne set çekmektedirler.

Değerli katılımcılar, Bugün dünyada Gelişmiş ülkeler ülke ve toplum yararına Ulusal politikalarını oluşturmakta ve geleceğe dönük kestirimlerini yapmaktadırlar. Bu sektörlerin başında yani ulusal politikaların oluşturulması ve mutlak uygulanması gereken sektörlerin başında madencilik sektörü gelmektedir. Bu konuda Kamuoyunda sıkça dillendirilen bir konuya açıklama getirmek isterim. Buda ülke ve toplum çıkarına nasıl bir madencilik olmalıdır sorusudur? Bilindiği gibi ülkemiz yer altı kaynakları konusunda önemsenir bir potansiyel sunmaktadır. Ancak ülke ekonomisinde madenciliğin önemli bir yeri olduğunu maalesef söyleyemiyoruz. Diğer yandan saptanmış maden kaynaklarımızdan bazıları gerekli teknoloji ve sağlanamadığı için atıl kalmış ya da yeterince değerlendirilememiştir. Malatya-Hasançelebi, Bingöl-Avnik demir yatakları, Mazıdağ fosfat yatağı vd. bunun örneklerindendir.

Madenciliğin yüksek katma değer yaratan, emek yoğun bir sektör olması, ülke sanayinin gelişimine ve işsizlik sorununun çözümüne önemli katkılar sağlayacak bir potansiyel ortaya koymaktadır. Diğer yandan madenlerin "yenilenemez" kaynaklar olması bu varlığın en verimli şekilde değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Bütün bu özellikleri göz önüne aldığımızda madencilik politikalarının yazılı metinleri olduğunu düşündüğümüz maden yasalarını oluştururken ülke ve toplum çıkarlarını öne çıkaran ülke gerçeklerine uygun ve dünya örnekleriyle uyumlu bir maden yasasına ihtiyaç vardır.

Peki mevcut 5177 sayılı maden yasamız doğal kaynaklarımızı koruyan ve ülke sanayinin gereksindiği maden kaynaklarının geliştirilmesine öncelik veren yani ülkemizin gelişmesinde madenciliğin katkılarını artıran, bir yasamıdır. Maalesef olumlu bir yanıt veremiyoruz.

Bugün maden yasamız incelendiğinde her ne pahasına olursa olsun madencilik yapılmasını öngören, sadece üretimi gözeten, madenlerin hammadde olarak dışsatımının desteklendiği ve özendirildiği, ülke içinde işlenmesine ileri ve uç ürünlere dönüştürülmesine yönelik desteklerin olmadığı, planlamanın yok edildiği,maden yataklarımızın geliştirilmesine yönelik kayıt ve kuralların olmadığı, Madencilik sektöründe kullanılan makine, donanım ve gerecin ülke içinde üretilmesine yönelik endüstrilere yatırımların özendirilmediği, çevre ve doğanın gözetilmeden insanı merkezine almayan bir yaklaşımla madencilik için tüm tarihi doğal kültürel zenginliklerimizin göz ardı edildiği yarar zarar değerlendirilmesinin yapılmadığı , iş güvenliği, işçi sağlığı ve çevre sağlığı ile ilgili köklü önlemlerin olmadığı eksikli bir yasadır. Bu yasa bugün geldiğimiz noktada madencilik sektörünün sorunları yerine küresel sermayenin krizini aşmaya yarayan bir yasadır. Bugün kazdağlarında uşak eşmede Artvin cerattepede, munzurda ve bir çok değişik yöremizde yaşananlar, yer altı kaynaklarımızın nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu göstermesi açısından önemlidir

Değerli meslektaşlar, Bunun adı madencilik değildir. Olsa olsa yer altı kaynaklarımıza yönelik bir tehdittir. Oysa Madencilik ülke sanayini destekleyen önemli bir sektördür. Sanayinin temel girdileri olan hammaddelerin aranması bulunması ülke yararına işletilmesi ulusal bir madencilik politikasının temelini oluşturmalıdır. Salt bu açıdan baktığımızda, belirlenmiş rezervlerin hemen işletilmesi durumunda bile ülkemize yılda ne kadar kazandırdığını bile bilemediğimiz bütün bilgilerin toplumdan saklandığı ne kadar üretildiği ne kadarının yurtdışına çıkarıldığı rafinesinin bile yurtdışında yapıldığı, Newyork ve Toronto borsalarında madenlerimizin kumar masalarına yatırıldığı, ne kadar katma değer yaratıldığı devlete ne kadar vergi verildiği bilinmeyen büyük çevresel riskler oluşturan altın işletmeciliğinin neden ille de ülkemize dikte ettirildiğini sorgulamamız gerekmektedir. Bunu sorgulamak madenciliğe karşıyız demek değildir, bunu sorgulamak ülkemiz ve toplumsal menfaatın temel dusturudur. Madenciliğe karşım demek değildir...Bunu sorgulamak ulusal politikalardan yana olmaktır. Bu böyle bilinmelidir.

Değerli meslektaşlar, Ulusal politikaların geliştirilmesinin zorunlu olduğu bir başka sektörümüz ise enerjidir. Bugün enerji sektöründe dışa bağımlılık oranımız %70 lere dayanmıştır. Bu ülkenin zengin linyit kaynaklarını, jeotermal , hidroelektrik potansiyelini hayat geçirmeliyiz. Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi ve 8500 kmlik kıyılara sahip bir ülkede dalga enerjisine yönelik AR-GE çalışmalarını başlatmamız gerekmektedir. Bunun yanında enerji sektöründeki yasal düzenlemelerimiz ulusal çıkarlara göre şekillenmelidir. Yine geçtiğimiz dönem gündeme gelen petrol yasa tasarısında ülke menfaatleri gözetilmemiştir. bunun yanında bu tasarıda ulusal varlığımız TPAO yabancı şirketler karşısında korumasız bırakılmış ve özelleştirilmesinin altyapısı oluşturulmuştur. Kaynak çeşitliği yaratnak söylemi ile dışa bağımlılığımızı daha artıracak nükleer santrallerin yolu açılmaya çalışılmakta, ilk yatrım masraflarının yanında büyük bir sorun yaratcak atıkların saklanması ve oluşturacağı riskler göz önüne alınmadan nükleer lobilerin ülkemize dayattığı köhne teknolojilerle ülkemiz büyük bir maceraya itilmekte, bunun yanında Enerji sektöründe ısrarla al yada öde ilkesiyle doğal gaz anlaşmaları yapılmış ve enerjide dışa bağımlılığımız pekiştirilmiştir.. Daha geçtiğimiz aylarda İran‘ın doğal gaz kesme tehdidiyle Erzurum‘daki yurttaşlarımızın kışın ortasında dondurucu soğuğa mahkum edildiklerini unutmayalım. Şimdi yerli enerji hammadde kaynakları üzerinde yükselen bir enerji politikasını hayta geçirmeye dünden daha çok ihtiyacımız vardır.

Değerli meslektaşlar, Ülkemiz, sahip olduğu jeolojik, koşulları nedeniyle büyük can ve mal kayıplarına yol açan doğal afet olayları ile sıkça karşılaşmaktadır. Türkiye, yüzölçümünün % 93‘ü, nüfusunun % 98‘i deprem tehlikesiyle karşı karşıya olan bir ülkedir. Kentsel ve kırsal yerleşim alanları,depremin yanında heyelan, su baskını, kaya düşmesi vb.. tehlikelerin yarattığı zararlarla mücadele etmek zorunda da kalmaktadır. Afetler nedeniyle her yıl Gayri Safi Milli Hasılanın %1-3‘ü oranında bir kaybın (1999 Depremlerinin yarattığı kayıp 15-20 Milyar dolar civarındadır.) yaşandığı tahmin edilmektedir. Bu oran afetlerin neden olduğu doğrudan zararları ifade etmektedir. Afetlerin hesaplamalara yansıtılmayan çevresel sonuçlarını, iş gücü ve üretim kayıplarını vb. içeren dolaylı zararlarını da göz önüne aldığımızda ülkeye verdiği zararların daha da büyük olduğu görülecektir.

Doğal afetlerle bu derece iç içe olunmasına karşın zarar azaltma çalışmalarındaki yetersizliklerimiz sonucu 5 büyüklüğünde depremler bile ülkemizde can ve mal kaybına yol açar hale gelmiştir. Bu sonucu yaratan çok sayıda ekonomik, sosyal, kültürel, teknik vb. faktör sayılabilir. Ancak bu faktörlerin en önemlisi, toplumsal her olguyu doğrudan etkileyen ve olgular arasındaki neden-sonuç ilişkisinde hep ön planda yer alan, ülkemizdeki dışa bağımlı çarpık kapitalist gelişme süreci ve buna dayalı olarak gelişen toplumsal ilişkilerdir. Çarpıklığın eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarda yaşadığımız izlerinin aynısını afet konusunda da yaşıyoruz. Düşük standartlarda sağlıksız ve yasadışı bir yapılaşma, ranta dayalı kentleşme gibi faktörler afet zararlarının doğrudan belirleyicileridir. Bu durum afet politikalarımızı derinden etkilemektedir.

Bugün hala yaşadığımız onca afetten sonra imar yasamızı meclise getiremedik. Oysa bir çırpıda türban yasasını çıkaran hükümet milyonlarca insanımızı etkileyecek can ve mal güvenliği açısından yaşamsal olan bir yaysı meclise getiremedi. Anlaşılan siyasi iktidarın gündeminde yaşama hakkı bulunmuyor. Zaten çok da önemli görülmüyor sonuçta bunlar hep takdiri ilahi olmuyor mu? Ulusal bir afet politikası için DB İMF güdümlü afet hizmetlerini yerelleştiren özelleştiren uygulamaları hayata geçirmek değil, ranta sömürüye dayanan bu sistemin yerine bilimi aklı planı mühendisliği yani insanı merkezine alan politikaları oluşturmaktır..

Değerli meslektaşlar, Gelecek kuşaklara sağlıklı, yaşanabilir, yağmalanmamış ve tahrip edilmemiş bir doğa bırakmak tüm yurttaşların temel görevi, böyle bir çevrede yaşamak da en temel hakkıdır. Temel uğraşı doğayı insanlığın yararına dönüştürme olan jeoloji mühendislerinin bu konuda sorumluluğu daha da büyüktür. Yani kendi laboratuarı olan doğayı araştıran, inceleyen ve yorumlayan jeoloji mühendislerinin doğayı korumak gibi bir görevi de vardır.

Bugün koruma altına almamız gereken en önemli doğal kaynaklarımızdan birisi de sularımızdır. Çünkü su bir insan hakkıdır. Kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle, her şeyin alnıp satılır bir meta olarak görüldüğü günümüzde Ülkemizin hemen bütün yer altı suyu akiferlerinde önemli bir tükenme süreci yaşanıyor, su düzeyleri hızla düşüyor. Bütün kıyı akiferlerine deniz suyu girmiş ve tuzlanma yaşanmaktadır. Yer altı suyu kaynaklarımızın kirlenmesi hızla artıyor.

 Ülkemizde çokuluslu firmalar eli ile yapılan büyük barajlar tarımsal toprakların çoraklaşmasına, ovaların beslenememesine, deltaların küçülmesine, suyla bulaşan hastalıkların yayılmasına ve beklenen yararın gerçekleşmemesine neden oluyor. Pazar için tarımsal üretim, tarımda topraksızlaştırma ve kapitalist üretim ilişkileri, tarımsal nüfusun kentlere önlenemez göçü ve ekolojik ortamın duyarlılığını göz ardı eden kazanç hırsı ülkemizin zaten kıt olan ve üstelik havzalar arasında dengesiz dağılan su kaynaklarının telef edilmesiyle sonuçlandı.

Değerli meslektaşlar,

Şimdide, siyasal iktidar tarafından en önemli doğal kaynağımız akarsularımızın özelleştirilmesi gündeme getirilerek yabancı sermayeye sunulmaya hazırlanıyor.En temel gereksinimiz ve insan hakkı olan su ticarileştiriliyor. Şişelenmiş içme suyu pazarını daha şimdiden yarıdan çoğunu yabancı sermaye tarafından kontrol edilmektedir. Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan Edirne‘deki "özelleştirme" girişiminden sonra kamuoyuna yansıyan ülkemizdeki su özelleştirme pazarının 80 milyar dolar olduğu bilgisi, bu konudaki tespitlerimizi daha da güçlendirmektedir.

Su bir insan hakkıdır. Özelleştirilemez, Satılamaz, Gereksinen herkese yeterince sağlanması bir kamu görevidir. Su bir meta değildir ve pazarın istek ve heveslerine bırakılamaz, Su bir mal, bir hizmet ya da yatırım konusu olarak tüm uluslar arası, bölgesel ve iki taraflı ticaret anlaşmalarının dışında bırakılmalıdır. Su tutumlu dağıtılmalı ve kullanılmalıdır. Bu kaynağın yönetimi demokratik ve katılımcı olmalıdır. Su yeryuvarına ve insanlarla birlikte her türe aittir. Su sınırlı tükenebilir bir kaynaktır, ekosistemin bir parçasıdır, toprak ve biyokütleyle ilişkilidir; bu yüzden bütün su kaynakları doğal havzalarında kalmalıdır. Kirletilen su arıtılmalı, dönüştürülmeli ve doğaya yeniden ancak böyle salınmalı ve bu temeller üzerinde yükselen bir ulusal su politikamızı oluşturmamız yaşamsal bir zorunluluktur. Bu konuda yasal ve kurumsal düzenlemeler tez elden gündeme gelmelidir..

Değerli meslektaşlar, Bugün jeoloji mühendislerinin karşı karşıya kaldıkları en temel sorun işsizliktir. Odamıza kayıtlı on bini aşkın jeoloji mühendisinin %45i işsiz yada meslek dışı alanlarda çalışmaktadır. Yaşanan bu olumsuz tablo, üretim ekonomisi yerine rant ekonomisinin tercih edilmesinin sonucudur. Oysa Ekonominin, geçtiğimiz yıl % 7 büyüdüğü özellikle vurgulanırken, bu tablonun yeni istihdam alanlarına ve işsizliğe yansımaması manidardır.

Bugün ülkemizde 30 ayrı "Jeoloji Mühendisliği" eğitim programları ile her yıl  ikinci öğretim de dahil olmak üzere 1660 civarında  öğrenci alınmaktadır. Öğrencilerimiz değişik üniversitelerin Jeoloji Mühendisliği bölümlerinde, programlarının, eğitim olanaklarının, öğretim elemanı sayılarının ,uzmanlıklarının ve öğrenci kontenjanlarının farklı olduğu bölümlerinde mühendislik eğitimi görmekteler. Bazı bölümlerimizde laboratuar olanaklarının olmadığı, yeterli sayıda mikroskop ve pusulanın bulunmadığı, araziye çıkma olanaklarının hiç olmadığı, stajların ikinci plana itildiği teknik gezilerin olmadığı odamızın yaptığı araştırmadan bilinmektedir..

Bu olumsuzluklarla mezun olarak hayata atılan gençlerimizi bekleyen en büyük ve en ürkütücü sorun bütün dünyada artarak gelişen işsizliktir. İş bulamayan veya mesleği ile uzaktan yakından ilgisi olmayan alanlarda düşük ücretlerle çalışma zorunda kalan meslektaşlarımızın sayısı binlerle ifade edilirken yeni jeoloji bölümü açılması gençlerin yaşamlarının en verimli çağında oyalanmasından ve umutlarının sömürülmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Diğer yandan çok eşitsiz olanaklara sahip üniversitelerden mezun olan gençler, iş fırsatı açısından da büyük bir adaletsizlikle karşı karşıya kalmaktadır. Buna ek olarak istihdamda kadın meslektaşlarımıza yönelik cins ayrımcılığının yapıldığıda bir gerçekliktir.

Daha da vahimi eğitim kalitesindeki genel düşüklük jeoloji hizmetlerinin kalitesini de düşürmektedir. Bir deprem ülkesi olan ülkemizde güvenli, kentleşme , ulaşım, yapılaşma ve sanayileşme alanlarında yaşamsal alt yapı sorumlulukları üstlenen meslektaşlarımızın yeterli donanıma sahip olmamaları mal ve can güvenliği toplumsal yarar açısından büyük kayıplara yol açacak potansiyeller içermektedir.

Ülke gereksinimlerine ve planlamaya ve istihdamla ilişkilendirilmeyen eğitim politikalarının tahripkar sonuçları Hizmet Ticareti  Genel Anlaşmasının ( GATS) uygulanmasıyla daha da derinleşecektir. Meslek alanımızda yaşanan işsizlik artacak, meslektaşlarımız yabancı şirketlerin taşeronu yada düşük ücretli mühendisi olarak çalışmak zorunda kalacaklardır. Üniversitelerimizin büyük bir kısmı bu acımasız rekabetle baş edecek donanımda mühendis yetiştirecek birikim ve olanaklardan yoksundur. Kaldı ki son 20 yılda yapılan yasal düzenlemelerle büyük bir Pazar olan ulus ötesi şirketlerin talanına açılacak olan ülkemizde ulusal ve toplumsal çıkarları değil " küreselleşme "söylemiyle dünyanın egemenlerine eklemlenmeyi gözeten bir siyasal iradenin bu kadere karşı çıkma gibi bir derdi olmayacağı açıktır.

Değerli meslektaşlar, Elbette mesleğimizin ve meslektaşlarımızın sorunları çok. Bu sorunların ülkenin genel sorunlarından bağımsız olmadığını da biliyoruz. Ancak, son tahlilde, siyasal erkin bu sorunları çözebileceğinin bilincindeyiz. Unutulmamalıdır ki, biz teknik elemanların öncelikli sorunu ekonomik-demokratik koşullarımızın iyileştirilmesidir. Üretim sürecinde yer alan teknik elemanlar üretilen değerin eşitlikçi paylaşımını talep ediyor, bu talebimizi ısrarla vurguluyoruz. Bugün, MTA‘da, DSİ‘de, Elektrik Etüt‘te, PİGEM‘de, İller Bankası‘nda, Karayolları‘nda, Bayındırlık il müdürlüklerinde, Afet İşleri‘nde, Yerel Yönetimlerde, Üniversitelerde çalışan yada emekli olmuş meslektaşlarımız, yoksulluk sınırının altında sefalet ücretlerine mahkum edilebilmektedir.

Bu koşullar çalışma barışını bozmakta, mühendisleri üretim süreçlerinden ve insanca bir emeklilik yaşamından uzaklaştırmaktadır. Rant ekonomisinin uygulandığı, yatırım ve üretimin dışlandığı bir ekonomik modelin doğal sonucu, teknik elemanların gözden çıkarılmasıdır. Küresel sermayenin 1980‘den sonra dayattığı ve kesintisiz olarak uygulanan politikalarla, teknik elemanlar kurumlarına yabancılaştırılmış, küstürülmüş, hak arama mücadelesine girenler kıyımlara ve sürgünlere uğramıştır.

Değerli meslkataşalr,

 

Sözlerimi bitirirken Bütün bu yaşanan olumsuzlukları tersine çevirebileceğimizi biliyorum... Bunun için ülkeyi yönetenlerin dışa bağımlı ABD ve AB eksenli politikaları bırakıp yüzlerini ülkeye ve halka dönmeleri gerekmektedir. Buda yetmez tüm emek ve demokrasi güçlerinin toplumsal muhalefeti kucaklayacak bir arada yana yana omuz omuza duracağı bir yapıyı da hayata geçirmesi gerekmektedir. Ancak o zaman bağımsız demokratik özgür bir Türkiye yaratma mücadelesinin nüveleri oluşabilecektir.

Önümüzdeki dönemde jeoloji mühendisleri odasının emekten ve halktan yana bir duruş eyleyerek,, başta ülkemiz, mesleğimiz meslektaşlarımız ve üst örgütümüz TMMOB‘ye sahip çıkacağına yürekten inanarak genel kurulumuzun başarılı geçmesini diliyor hepinize saygılar sevgiler sunuyorum.

İsmet CENGİZ

Oda Başkanı

Okunma Sayısı: 2965
En Çok Okunanlar
TMMOB
Jeoloji Mühendisleri Odası