TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası
TÜRKİYE’NİN “NÜKLEER RÖNESANS”I

 

TÜRKİYE’NİN “NÜKLEER RÖNESANS”I

L. Tufan ERDOĞAN

Petrol-Jeoloji Yük. Müh.

A. NÜKLEER ENERJİ ALDATMACASI:

2004 yılı içerisinde ETKB, Türkiye’de enerji çeşitliliği adı altında, yeniden nükleer enerji santrallarını gündeme getirdi. Hem de bir değil, tam üç adet yapacaklarını söyleyerek. İktidar, daha da ileri giderek, AB üyeliği hayali için, başta en büyük çatlak seslerden Fransa’yı susturmak için nükleer enerji konusunda çeşitli ön anlaşmalar da imzaladı. Aynı olay, Rusya’da da tekrarlandı. Ağanın eli tutulmaz!

Nükleer santrallar konusunda söylenecek çok şey var. Biz bunlardan bazılarını sıralayacağız:

1. Ölü Teknoloji: Nükleer enerji, Fransa hariç gelişmiş tüm batı ülkelerinde artık "ölü teknoloji" olarak anılmaya başlandı. Sözkonusu ülkeler, özellikle Çernobil felaketinden sonra, mevcut santrallarının güvenlik sistemlerini yeniden gözden geçirdiklerinde, inanılmaz sorunların yaşandığını, sıksık meydana gelen kazaların gizlendiğini ve tüm mevcut reaktörlerin bir şekilde yeni Çernobil'ler olmaya aday olduğunu gördüler. Birçoğunda alınması gerekli tedbirlerin çok masraflı olması nedeni ile bu santrallar teker teker kapanmaya başlandı.

2. Çekirdek Erime Olasılığı: Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından geçen yıl açıklandığına göre, dünyada her 2,5 yılda bir reaktör çekirdeği erimesi olayı gerçekleşme olasılığı var. Kanada'da Ontario Devlet Elektrik Planlama Komisyonu (ORCEPP), Kanada'da bir CANDU reaktöründe çekirdek erimesi olasılığının 15'de 1 olduğunu ilan ediyor. Bu oran, zarda düşeş atma ihtimalinden çok yüksek! Kanada Ontario'da birçok CANDU tipi reaktör kapatılmakta.

3. Kapatılan Santrallar: Son yıllarda, ABD'de birçok nükleer enerji santralı, emniyet tedbirleri ve yaşanan kritik sorunlar nedeni ile, ya geçici süre ile durduruldu, ya da tümüyle kapatıldı. Örneğin, kısa bir süre önce, yapımı tamamlanmış olmasına rağmen Shoreham reaktörü, işletim masraflarının çok yüksek olacağı görüşü ile kapatıldı. İtalya'da referandumla faal haldeki üç reaktör kapandı. Avusturya'da inşaatı tamamlanan ve çalışmaya hazır nükleer enerji santralı, halkın isteği ile faaliyete geçemeden kapanmak zorunda kaldı. Kanada'da birçok reaktör, yine emniyet gerekçesi ile kapandı, kapanıyor. Fransa hariç 14 OECD ülkesi nükleer programını durdurdu. Buna karşın 10 Doğu Avrupa ülkesi, Slovenya hariç, eski nükleer enerji programlarına -paraları ve batılı destekçileri yettiğince- aynen devam ediyorlar ve yenileri için de seferberler.

4. Batının Nükleer Çifte Standardı: Kendi ülkelerinde nükleer enerji santrallarını kapatan, programlarını durduran batılı ülkelerin işsiz kalan şirketleri, hükümetlerinin de maddi, politik destekleri ile, gelişmekte olan ülkelere tezgâh açtılar. Halâ, özellikle halkın görüşlerine önem vermeyen antidemokratik iktidarların yerleştiği ülkelerde kendilerine pazar bulabiliyorlar. Gerek Kanada (CANDU), gerek Amerika (Westinghouse) ve gerekse AB ülkeleri, bu alçakça ikiyüzlülüğün ve cinayetin baş aktörleri olmaktan hiç utanç duymuyorlar. AB'nin PHARE ve TACIS gibi komiteleri, nükleer emniyet adı altında, gerikalmış antidemokratik yönetimli ülkelerde nükleer enerjiyi teşvik ediyor; Pakistan ve Hindistan'da bozuk sistemleri geçici tedbirlerle bir süre daha idare edebilir hale getiriyor. Çin Halk Cumhuriyeti'ni Ortadoğu petrol pazarından uzaklaştırmak için o ülkede nükleer santral yapımına büyük paralar ayırıyorlar. Alman Siemens, Fransız Electricite de France aracılığı ile, halklara rağmen Rusya'da yeni yeni kötü teknolojili nükleer santralların yapımında bayraktarlık yapıyorlar. Yine şirketleri aracılığı ile Italyan, Fransız, Alman, Isveç, İngiliz, Kanada, ABD hükümetleri, Iran'da reaktör inşa ediyor; Türkiye'yi mahvedecek nükleer santral ihalelerine giriyor.

5. Pahalı Teknoloji: En önemli nükleer reaktör yapımcısı Amerikan Westinghouse bugüne dek ABD'de toplam 54 reaktör kurdu. Bunlar, ortalama %432 oranında bütçelerini aştılar ve yine ortalama 5,3 yıl gecikme ile tamamlanabildiler. Westinghouse bu konuda bir de rekorun sahibi: sonuncu reaktörleri olan Watts Bar I, tam 23 yıl gecikme ve %1.100 bütçe aşımı (toplam 7 milyar dolar) ile sonuçlandı! Avrupa'nın nükleer devi Electricite de France şu anda dünyanın en büyük borçlu şirketi. Firmanın 1999 yılı borç toplamı tam 30 milyar dolar. Bu rakam tek bir firmanın yapabileceği en büyük borç olarak tarihe geçti. Bunun oluşmasında, hem nükleer santralların kuruluşunda yaşanan bütçe aşmaları ve süre aşımları, hem de üretilen enerjinin kolay satılamayacak kadar pahalı olması.

Kuruluşu problemli olan nükleer enerji santrallarının sökümü çok daha problemli. Yıllar alan bu işlemlerin maliyeti, en azından kuruluş masrafı kadar oluyor. Dünya ortalaması olarak, sökülen bir santralın maliyetinin en az 3 milyar dolar olduğu hesaplanıyor.

7. Elektrik Fiyatları: Üretim masrafları açısından da nükleer santrallar, hiç de palavrası yapıldığı gibi ucuz değil! Doğal gaz çevirim santrallarındaki 3,4 cent/kW.saat’lik üretim masrafına karşılık (biz bunu da 12-16 cent’e çıkartmayı başardık!), rüzgar enerjisinin kW.saat’i 5 cent’i, nükleer reaktörünkü ise 9 cent’i buluyor!

8. Atık Sorunu: Diğer bir safsata da, nehirlere, göllere, denizlere boşaltılan soğutma sularının sadece birkaç saniye radyoaktif kalabildiği ve akabinde tümüyle arınmış, tehlikesiz olduğu masalı! Sözkonusu soğutma suları, doğal alanlara boşalmadan önce, reaktör ve yüzlerce metrelik borulardan geçiyor. Bu sular, tüm bunlardan geçerken, ister-istemez reaktörden ve boruların kendisinden radyoaktif kurşun, krom, kobalt parçacıkları da alıyor içine. Bunların radyoaktifliği de tabii yıllarca sürüyor! Yani suların birlikte getirdiği radyoaktif toz, bu suların boşaldığı nehir, göl ve denizleri, hiç de söylendiği gibi tertemiz bırakmıyor; tam aksine, insanlara düşük radyoaktiviteyi uzun zaman alma fırsatı veriyor! Uranyum atıklarını taşıyan treni koruyan Alman polisi, bu trende sadece 50 kilometre seyahat edebiliyor; bu süre içerisinde bir insanın kaldırabileceği maksimum radyasyona maruz kaldıkları saptanıyor! Ve tüm bunlar "zararsız"(!!) santralların etkileri. Patlayanlarınkini ise Ukrayna ve Karadeniz halklarına sormakta fayda var!

9. Köhne Teknoloji: Nükleer teknoloji ve nükleer enerji santralları her nekadar yüksek teknoloji ürünü gibi gösterilirlerse de, aslında, son 50-55 yıldır hiçbir ciddi gelişim olmamış. Atomu parçalama yöntemi, 1945'te uygulanandan hiç farklı değil. Çok sık yinelenen aynı tür kazalara karşı bile yeterli teknoloji üretmekten uzak bir teknolojinin bugüne dek ayakta kalabilmiş olması bile tüyler ürpertici! Aşağıdaki tablo, nükleer enerjiye bir zamanlar milyarlarca dolar yatıran bir batı ülkesinin, bu köhne teknolojiden nasıl ümidini kestiğini göstermesi açısından çok çarpıcıdır. Buyurun size ABD’deki “nükleer rönesans”:

ABD’DE AR-GE HARCAMALARI

($/1000kW-enerji)

NÜKLEER ENERJİ + KÖMÜR

0,05

PETROL

0,58

DOĞAL GAZ

0,41

RÜZGÂR ENERJİSİ

4.769,00

GÜNEŞ ENERJİSİ

17.006,00

Güneş enerjisi için harcanan 17 bin dolar’lık araştırma-geliştirme parasına karşılık, nükleer ve kömüre toplam 5 cent! Bu durumun yaşandığı batı ülkesinde şurası da açıkça biliniyor ki, enerji tasarrufuna ve kullanım etkinliği tedbirlerine harcanan her 1 dolar, nükleere harcanan her 1 dolar'dan 7 kat fazla enerji tasarrufu sağlıyor. Yani, birileri tercihini çoktan göstermiş de anlayan yok!

10. Stronsiyum – Sezyum – İyodin: Nükleer lobicilere göre, nükleer enerji dışında tüm enerji kaynakları radyoaktif atık çıkartıyor; insanları öldürüyor. Ancak, atom enerjisinin insan sağlığına musallat edildiği 1945 yılından günümüze değin, özellikle nükleer enerji santrallarının kurulu oldukları alanlarda:

  • Çocukların diş ve kemiklerinde, asla bulunmaması gereken Stronsiyum­-90, kaslarında Sezyum-137 ve tiroidlerinde ise İyodin-131 bulunmaya başlandı.

  • 50 yaş altı kadınlarda meme kanseri miktarı kontroldan çıkacak kadar arttı.

  • Bağışıklık sistemini doğrudan etkileyen Stronsiyum yüzünden AIDS vakaları patladı.

Bir nükleer reaktörde 400-600 arası kimyasal üretilmekte. Bunlar gaz, sıvı ve katı haldeler. Katılar, yeniden kazanım amaçlı kurtarılıyor. Gazlardan pek azı, katı hale dönüşebilme özellikleri nedeniyle bekletiliyor. Geri kalan tüm gazlar ve sıvılar, doğaya, atmosphere salınıyor. Bu vurdumduymazlığın nedeni, bu sıvı ve gazların, ülkelerin hiçbir bilimsel dayanağı olmadan kabul ettikleri insan sağlığına zararlı olmayan radyasyon miktarlarında olmaları. Halbuki artık şüphe götürmeyecek şekilde ispatlanmıştır ki, kanser ve diğer sağlık sorunlarının oluşmaması için zararsız bir radyasyon miktarı yoktur (Ontario Eyalet Yönetimi Direktifi, Kanada; Skeet, J. 1994, Nuclear Radiation and Human Health: Corrupting the Gene Pool).

Unutulmamalıdır ki, ICRP (International Comm. of Radiation Protection), Uranyum madenlerinde çalışan işçiler için 1931 yılında yılda 73 rem’lik radyasyonu normal sayıyordu. 1996 yılına gelindiğinde ICRP bu miktarı 2 rem’e düşürmek zorunda kaldı. Halk için 1977’de 0,5 rem’i normal sayan ICRP, 1990’da bunu da 0,1 rem’e düşürdü. Sözün özü, radyasyon konusunda asla bir sınır verilebilmesi söz konusu değil (Gofman, J. W., 1990, Radiation-Induced Cancer from Low-Dose Exposure). İnsan için zararsız radyasyon miktarı, tabii ki sıfırdır!

Stronsiyum-90 özellikleri bakımından Kalsiyum’a benzer. Bu nedenle vücut tarafından Kalsiyum zannedilerek emilir; dişlerde ve kemiklerde depolanır. Yiyecek ve içeceklerle vücuda giren Stronsiyum-90’ın %70-80’i vücuttan dışarı atılır. %20-30’u kemiklerde birikir. %1 civarındaki bölümü ise, kan dolaşımına karışır; kemik ilikleri ve yumuşak dokulara girer (UN Environmental Protection Agency, www.epa.gov). İnsan vücudunda depolandıkları yerlerde yüksek enerjili elektron, ya da beta partikülleri emisyonu ile hücreleri öldürür ve mütasyonlara neden olur. Kemik iliklerinde bağışıklık sistemi ve kan hücreleri ürediğinden, Stronsiyum-90 kan kanseri, göğüs ve prostat kanseri ile bağışıklık sistemi bozukluklarına ve dolayısı ile AİDS hastalığına yol açar (www.iacenter.org; blackhole.on.ca; www.lightparty.com: Wiesen, B.; Gould, J. M., “Deadly Deceit” ve “The Enemy Within” adlı kitapları). Ayrıca, hormonları, pankreası, tiroid bezlerini, üreme organlarını ve merkezi sinir sistemini de tahrip eder. Hormonal dengelerin bozulması ve merkezi sinir sisteminin tahrip olması sonucunda, obesite, yüksek tansiyon, kalp hastalıkları, astım, şeker hastalığı ve felçlere de neden olur.

Vücutta nöronlar, kalsiyum iyonları göndererek iletişimde bulunurlar. Stronsiyum-90, vücuda Kalsiyum’u taklit ederek girdiği için, yaydığı yüksek enerjili elektronlar ve İtriyum-90’a dönüştüğünde ortaya çıkan çok yüksek radyoaktivite (Stronsiyum-90’dan %500 daha fazla) ve beta ışını yayımı sayesinde nöronları tahrip ederek, beynin zarar görmesini ve beynin prefrontal korteksinin etkilenmesi sonucunda da otizm, dawn sendromu, konsentrasyon bozuklukları, öğrenme yeteneğinin yok olması, intihar ve cinayet eğilimlerinin ortaya çıkmasını sağlar (Sternglass, E., Radiation Public Health Project, 8 Kasım 2003: www.mindfully.org/ Nucs/2003/Strontium-90).

Az dozajda radyasyon yayan Stronsiyum-90 ile uzun süreli temas, kısa süreli yüksek dozajla temastan çok daha tehlikeli ve öldürücü. Reaktörlerin kontrolsuz olarak, genelde paslanan soğutma suyu boruları ve valfler aracılığıyla havaya ve suya karıştırdığı düşük dozlu radyoaktif maddelerin yarattığı tahribatın, bir ABD Devlet Kuruluşu olan ICRP (Int. Comm. Of Radiation Protection: www.icrp.org) tarafından belirtilenden 100-1.000 kat daha yüksek olduğu, ECRR (European Comm. on Radiation Risk: www.euradcom.org) Ocak 2003 tarihli raporu ile ortaya konmuştur.

WISE/NIRS Nuclear Monitor’un 16 Mayıs 2003 tarihli raporunda, incelenen 4 Florida nükleer santralından uzaklaştıkça toprak, hava ve sudaki Stronsiyum-90, Sezyum-137 ve İyodin-131 miktarlarının azaldıkları saptanmıştır. Her yıl 100 ton nükleer atık üreten tek bir nükleer reaktör, rutin olarak bu maddeleri havaya ve suya bırakmakta.

Konu bu kadar hassasken, ABD’yi doğal olarak bir kenara bırakırsak, insan, diğer kuruluşların ne yaptığını merak etmeden geçemiyor. İkisi de birer Birleşmiş Milletler kuruluşu olan Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) ile Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) arasında yapılan ve halen yürürlükte olan bir anlaşma (Resolution WHA 12-40, 28 Mayıs 1959), bu konudaki duyarsızlığı, hainliği ortaya koymaya yeter. Bu anlaşmaya göre, kurumlardan biri, diğerinin ilgi alanındaki konularda herhangi bir program ya da faaliyet yapacak ise, mutlaka diğerine danışacak ve onun görüşüne göre faaliyetinde değişiklik yapacak. Yani, Dünya Sağlık Teşkilatı, WHO, Atom Enerji Ajansı’nın (IAEA) onay vermediği sürece radyasyonun sağlığa zararları konusunda araştırma yapamayacak (Grossman, K., 22 Ağustos 2002, East Hampton Star)! İlginçtir; Çernobil faciasondan sonra da, yayılan radyasyonun çevre sağlığı üzerindeki etkileri WHO tarafından değil, IAEA tarafından araştırılmış idi.

Pekiyi, bu konuda Avrupa Birliği ne yapıyor? Tabii ki son derece laubali ve vurdumduymaz davranıyor! Bir AB kuruluşu olan EURATOM’un 96/29 sayılı Avrupa Birliği Direktifi, düşük seviyeli nükleer atıklar arasında bulunan makine, cam, metal kaplar, giyecek ve beton gibi malzemelerin, evlerde kullanılmak üzere yeniden kazanımına izin veriyor!

11. Rutin İşletim Sırasındaki Zararları: Radyasyon sızıntısı için nükleer santrallarda illa bir kaza olması şart değil! Reaktörün normal günlük çalışma düzeni içerisinde insan ve çevre sağlığına son derece zararlı radyasyon doğaya rutin olarak verilmekte. Kısacası, bir nükleer santralın “sorunsuz” çalışması sırasında da insanları, doğayı inanılmaz şekilde zehirliyor (Nuclear Information and Resource Service, Washington, USA: http://www.nirs.org). Nasıl mı?

  1. Uluslararası standartlar, bir nükleer santralın rutin çalışması sırasında havaya, suya ve toprağa verdiği radyoaktiviteyi normal kabul ediyor. Özellikle Çernobil felaketinden anlaşılmıştır ki, her insanın radyasyona tahammül sınırı farklıdır ve çok düşük (izin verilen) radyasyon miktarları bir çok insanı, geri dönüşü olmayacak şekilde zehirlemektedir.

  2. Radyoaktivitenin ölçüm birimi “küri”dir. Tek bir reaktörün çekirdeğinde yaklaşık 16 milyar küri’lik bir radyoaktivite bulunmaktadır. Bu, Hiroşima’ya atılan atom bombasının en az 1.000 katıdır.

  3. Reaktörlerdeki yakıt çubukları, kilometrelerce borular, tanklar ve valfler her zaman sızdırabilir. Mekanik bir sorun ya da insan hatası da buna neden olabilir. Reaktör eskidikçe, tüm bu parçalar da eskir ve sızıntı miktarları, kaçınılmaz olarak artar.

  4. Valflerin ve boruların harap olmaması için, her zaman reaktör merkezinden belli bir miktar radyoaktif su, bilinçli şekilde, çekilir. Bunlar, basit şekilde filtre edildikten sonra, bir miktarı soğutma suyuna eklenir, bir kısmı da dışarıya, çevreye atılır.

  5. Tipik bir 1.000 MW’lık basınçlı su reaktörü (soğutma kuleli), soğutma işi için dakikada 76.000.000 litre nehir, göl ya da deniz suyu kullanır. Bu su, 80 km uzunluğunda borulardan geçer. Suyun, her dakika 20.000.000 litresi geldiği nehir, göl veya denize dönerken, geri kalan 56.000.000 litresi de buhar olarak atmosfere atılır. Soğutma suyu kulesi olmayan 1.000 MW’lık bir reaktörün çok daha fazla suya gereksinimi vardır. Bu miktar, dakikada 2 milyar litreye kadar çıkabilir. Doğaya atılan suyun ve buharın radyoaktivite ile ne kadar kirlendiğini ve bu kirlilik miktarının insan ve doğaya nasıl zarar verdiğini kimse bilmemektedir.

  6. Bazı radyoaktif füzyon gazları, reaktörün soğutma suyundan çıkartılıp, günlerce tanklarda muhafaza edilir. Daha sonra bunlar filtreli bacalardan atılırlar. Bu gazlardan bir kısmı, bekletildikleri tanklardan santral binalarına sızarlar ve periyodik havalandırmalar sırasında, çok erken atmosfere bırakılırlar. Havaya karışan bu gazlar, sadece atmosferi değil, toprağı ve suyu da kirletirler.

  7. Bir nükleer santralın rutin operasyonları sırasında dışarı çıkan radyoaktivite miktarı ölçülmez veya rapor edilmez. Kaldı ki, bir çok küçük kazalar ve bunların yüzünden doğaya sızan radyoaktivite miktarları da çoğu kez açıklanmaz.

  8. Radyoaktif hidrojen (trityum) ve asil gazlardan (kripton, zenon, vb) oluşan bazı reaktör yan ürünleri için sağlıklı ve ekonomik bir filtreleme ve denetim teknolojisi henüz geliştirilmiş değildir. Bazı sıvılar ve gazlar, kısa ömürlü radyoaktif elementlerin parçalanması için tanklarda bekletilirler. Bunların arasında, bu kadar süre içerisinde yok olmayacak kadar uzun yarı-ömürleri olanları da, diğerleri ile birlikte doğaya atılır.

  9. Devletler, kural olarak, “izin verilen” miktarda radyoaktivite içeren suların doğaya atılmasına ses çıkartmazlar. Reaktörlerdeki detektörler de bu “izin verilen” seviyenin üstü için kalibre edilirler. “İzin verilen” miktar, asla “zararsız” miktar demek değildir!

  10. Denetim kurulları, reaktör işletmelerinin sunduğu raporlara ve yine bunların yaptığı bilgisayar simülasyonlarına dayanarak denetimlerini yaparlar. Dolayısı ile, çevresel etkilerin önemli bir bölümü gerçek değil, sanaldır.

  11. Reaktör yakıtı üretimi aşamalarının her birinden havaya, suya ve toprağa verilen radyoaktif atıkların miktarları asla bilinmez. Bu yakıt üretimi operasyonları içerisinde, uranyum madeni işletmeleri, cevher kırma tesisleri, kimyasal çevrim, cevher zenginleştirme ve yakıt üretim işletmeleri bulunur. Bunlara bir de nükleer santralın kendisini, radyoaktif atık toplama alanlarını, havuzlarını, atık varillerini eklediğinizde, bu büyük sistemin çevreye verdiği zararı hesaplamanın olanağı yoktur.

  12. Özellikle özelleştirmeler yüzünden artan ekonomik baskılar, masrafların kısılmasını da beraberinde getiriyor. İlk kısıntı kalemleri de, tabii üretim zinciri halkalarında değil, denetim ve emniyet işlemlerinde bulunuyor. Yani işletmeci, üretimi yavaşlatmamak için, emniyet işini ihmal edebiliyor. Tüm dünyada bunun örnekleri çok bol.

  13. Reaktörlerin radyoaktif yan ürünlerinden pek çoğu, çok uzun süreler çevreye radyoaktif partikül ve ışın yaymayı sürdürürler. Radyoaktif bir madde, yarı-ömrünün en az 10 katı bir süre içerisinde radyasyon yaymaya devam eder. Örneğin, iyodin-129’un yarı-ömrü 16 milyon yıl, teknetyum-99’un 211 bin yıl, plutonyum-239’un ise 24 bin yıldır! Zenon-135 gazı, yarı-ömrünü tamamladığında sezyum-135’e dönüşür. Bu yeni oluşum, yani sezyum-135’in yarı-ömrü 2,3 milyon yıldır!

  14. Düşük seviyeli radyasyonların, canlıların dokularında, hücrelerinde ve DNA’ları ile bir çok yaşamsal moleküllerinde hücre ölümleri (apoptosis), genetik mütasyonlar, kanserler, doğum bozuklukları ve üreme, bağışıklılık ve endokrin sistemi dengesizliklerine neden oldukları, artık bilimsel olarak tartışılamayacak şekilde kanıtlanmıştır.

B. SONUÇ OLARAK:

Nükleer enerji konusunda bir eleştiri getirildiğinde alınacak en klasik yanıt, “hayatında nükleer enerji santralı görmemiş” olmakla suçlanmaktır. Bunun doğru olup olmadığını tartışmak bile anlamsızdır. Varolan gerçek, eleştiren kişinin çoğunlukla bir nükleer fizikçi ya da atom mühendisi vb. olmamasıdır. Dolayısı ile suçlama, kendi tutarsızlığı içinde bir doğruyu da barındırmaktadır.

Yapılacak iş, bu suçlamayı yapanı pişman edecek yanıtı vermektir. Hem de, yine bu suçlamayı yapanın büyük olasılıkla, mesleği olmasına rağmen bizzat kendisinin de herhangi bir nükleer santralda ciddi bir süre çalışmamış olması gerçeği de ortada iken. Unutmayalım; Türkiye’de bir minyatür araştırma modeli dışında henüz nükleer santral yoktur; olmaması için elimizden geleni yapacağımız da iyi bilinmelidir.

Yüksek yağ oranı olan besinlerin bana zararlı olduğunu bilmem için gıda mühendisi ya da uzman doktor olmama gerek var mıdır? Yapacağım tek şey, gerekli kişilere danışmak, okumak, öğrenmektir. Kısacası, yumurtadan anlamak için tavuk olmaya gerek yoktur. Kaldı ki bozuk yumurtayı tavuktan iyi anlayabileceğimiz de unutulmamalıdır. Bozuk yumurtayı yediğimde zehirlenecek olmama, onu yumurtlayanın aldırmasını bekler misiniz?

Nükleer enerji kepazeliğine karşı çıkmamızın nedeni, bir nükleer santralın planlaması, üretim şeması, ya da santral tasarımlarını yenilemek arzumuzdan kaynaklanmamaktadır. Niyetimiz, çok şükür alakamız olmayan bir meslek grubunun işini elinden almak değildir. Konu, bizzat kendi sağlığımızdır; geleceğimizdir. Sağlığımı, geleceğimi, halkımı, ülkemi, çevremi risk altına sokacak bir eylemi önlemek için çaba göstermekte olmam; yaşam kaynaklarımın yok edilmesini önlemeye çalışmam, sıhhatimi bir meslek erbabının sanatını icra etme arzusu ve merakı için harcamak istememem anlayışla karşılanmalıdır. Konu mesleki beceriler değil; o becerilerin benim sağlığıma koyacağı ipotektir. O hakkı da kimseye vermiyorum.

Etrafımızda yıllar yılı olan biten radyasyon yayılımlarından dolayı insanlarımızın vücutlarına kalsiyumu taklit ederek giren Stronsiyum-90, potasyum olarak giren Sezyum-137, iyot olarak giren İyodin-131 konularından hiç bahsetmeyelim ki halkımız panik olmasın. Cehalet huzurdur; bırakalım halkımız kendi sağlığı konusunda bile cahil kalsın ki, huzur içinde ve nedenini asla bilemeden ölüp gitsin. Siyasi kararlarla oluşan bir tren kazasının ardından doğrudan sorumlu olanlar, yine sorumlu oldukları trafik kazalarında hergün daha fazla adam ölüyor dememişler miydi? Bu türden insanlara, “9-10 yıl sonra vücudumuzdaki Stronsiyum-90, kendisinden 500 kat daha radyoaktif olan ve gama ışınları da salabilen İtriyum-90’a dönüştüğünde ne olmasını bekliyorsunuz?” diye sormanın bir anlamı yok tabii! Ülkemizde ciddi bir Stronsiyum-90 taraması yapılmasını, bunu yapacak alet-edevatın ülkemizde bulunmadığını, önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde insan vücudundaki bu rezillikten kurtulmak için ciddi araştırmalara girilmesinin yaşamsal önemi olduğunu bu türden insanlara söylemenin de gereği yok. Yani iş başa düşüyor, herzamanki gibi. Halkın bu konularda bilinçlenmesini sağlamak, taleplerini dile getirmek yurtseverlere düşüyor yine!

Evet, ülkemiz zaten radyasyondan yıllardır nasibini alıyor. Gerek ABD ve gerekse Rusya’daki atom bombası denemelerinin en yoğun olduğu yıllar olan 1965-67 arası Türkiye, Stronsiyum-90 kirlenmesinden en fazla etkilenen ülkeler arasındaydı. Birleşmiş Milletlerin bir kuruluşu olan UN SCEAR’ın 1969’da yayınladığı aşağıdaki harita bu gerçeği gözler önüne seriyor!

26 Nisan 1986 tarihinde oluşan Çernobil faciasından 5 gün sonra başlamak üzere ülkemizin radyasyondan ne kadar etkilendiğini de Alman Globus’un haritalarından görebiliyoruz. Tüm Anadolu ve Kıbrıs’ı da içine alan bir alan, daha sonra Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’ya kayıyor.

Zamanın aklı yedi karış havada yetkilileri ne demişlerdi? Onlara göre “Çernobil’in radyasyon bulutları bize kadar ulaşmamıştı”. Hem zaten “biraz radyasyon Türklere iyi de gelir”di. Bu utanmazca açıklamaları yapan sefiller, TV karşısında Karadeniz çayı diye yabancı çayları içip halkı kandırmamışlar mıydı? Ve yıllardır yenmemesi gereken fındıkları yedirip, içilmemesi gereken çayları halka içirmemişler miydi?

Hiç merak etmeyelim; yine aynısı olur. Eğer becerebilip de ülkemizin başına birsürü nükleer santral belasını sarabilirlerse, ileride çıkması nerede ise kesin olan felaketler karşısında da aynı vurdumduymazlık içerisinde olacaklar; utanmadan, sıkılmadan. Ve insanlarımız yine eskiden olduğu gibi, bunların yakalarına sarılıp hesap sormak yerine, kadere havale edecekler başlarına gelenleri!

Okunma Sayısı: 3794
Fotoğraf Galerisi
TMMOB
Jeoloji Mühendisleri Odası